19 Şubat 2008 Salı

Dost dost diye nicesine sarıldım

“İnsanın doğduğu yer mi yoksa doyduğu yer midir memleketi” diye diye artık burayı evimiz belledik uzun zamandır. Öyle ki Türkiye’ye gidişler ‘tatil’, burası ‘eve dönüş’ bizim için. Yerleşik düzene duyulan özlem, bavulla geçen haftaların bir an önce bitmesini diler hale getiriyor insanı ister istemez..

Buralarda ailelerimizden uzak olmamız bizi eşimize dostumuza normalde olduğundan daha çok bağladı doğal olarak. Arkadaşlarımız ailemizin yerini doldurdu zaman zaman, ihtiyaçtan.. derdimizi, sevincimizi, anılarımızı ve hastalıklarımızı en yakınımızda olanlarla paylaştık; insan olmanın verdiği paylaşım güdüsüyle. Ve yine aynı sıkıntıları paylaşmanın verdiği hoş rehavetle..
Ancak gurbette her konuda anlaşabileceğimiz, tam anlamıyla güvenebileceğimiz kalıcı dostlarımızı ‘ilk görüşte’ kaçımız bulabildik? Kaçımız hatalar yaptık, yanlış yollara sapıp duvarlara tosladık ve kaçımız bunların bedelini ağır ödedi?

İnsanoğlu doğası gereği yalnız yaşayamaz, yaşamamalı da. Burada hayatın biraz daha yavaş işlemesi, çoğumuzun (kadınların) çalışmıyor olması ve benim gibi ev kadını olmaya alışmamış olanların sıkıntıdan patlaması yüzünden bol bol gezip tozuyoruz; alışverişlere, kafelere, gece kulüplerine vs gidiyoruz, altın, dolar günleri yapıyoruz ve hepsinden ötesi bol bol laflıyoruz. Ve ister istemez kendi mahrem bölgelerimizin sınırlarını aşıp olması gerekenden fazla açıyoruz yüreklerimizi. Eğer karşımızdaki gerçek dostsa korkacak bir şey yok; ancak ne yazık ki insan her zaman çok emin olamayabiliyor bundan. Gerçek dost sandığınız ve özel bir sırrınızı paylaşmaktan sakınca duymadığınız bir kişinin bir süre sonra farklı bir yüzünü görüp, dahası söylediğinizi başkasından duyup kahrolmanız maalesef çok da şaşılacak bir durum değil artık günümüzde.

İnsan ancak kendi başına gelince idrak edebiliyor gerçeği; kimin iyi kimin kötü, kimin dost kimin düşman olduğu hoş olmayan şekillerde açığa çıkıyor er ya da geç. Acılar tecrübe oluşturuyor zaman geçtikçe ve bu tecrübeler daha mesafeli, daha kötümser olmaya itiyor bizi..
Geride kalan üç beş ‘gerçek’ dost ise o kadar değerli ki kaybetmemek için üzerine titrer hale geliyorsunuz.. Ancak bazen de ömürlük dostlar ayrılmak zorunda kalıyor bu şehirden, sizden, paylaştığınız herşeyden.. Ama biliyorsunuz ki onlar hep var olacak; artık az görüşecek olsanız da her gördüğünüzde kuvvetli özlemle birlikte hissettiğiniz şey paylaşacak ne kadar çok şeyin biriktiği olacak.

Gerçek dostları geç bulup tez kaybetmemeniz dileğimle...

13 Şubat 2008 Çarşamba

Mutluluk

Herhalde üzerinde en çok konuşulmuş kavramdır mutluluk. Yeryüzünde var olan insan sayısı kadar da farklı tanımı vardır. Kimi sıcak bir çorba içtiğinde, kimiyse kırmızı bir Ferrari’ye binince mutlu olur. Bazen de aynı durum aynı anda birden fazla kişiyi mutlu etmez; mesela bir anne, çocuğu sözünü dinlediğinde mutludur, çoçuksa kendi bildiğini okuduğunda..

Mutluluğun sözlük tanımı “bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan doğan kıvanç durumu” (bkz www.tdk.gov.tr). Peki bu ne kadar doğru? İnsanın tüm isteklerine eksiksiz ulaşması ve bu durumun sürekli olması mümkün mü?

İnsanın gözü deryadan alınmıştır, derler; çünkü uğruna aylar, yıllar harcanan, deli gibi beklenen istekler karşılandığında kısa süreli tatmin duygusu yerini yeni istek ve/veya ihtiyaçlara bırakır. Çünkü elde edilenin değeri çabuk tükenir, ne yazık ki. Dolayısıyla mutluluk aslında sürekli olarak yenilenen istekler ve her zaman peşinden koşulacak yeni hevesler demek oluyor.

Mutluluğun bir başka boyutu da zamanlama belki de. İstenen ya da beklenen şeylerin ne zaman gerçekleştiğine bağlı olarak değişebilir durum. Mesela 20 yaşında kendi arabanı kullanıyor olmak, 30 yaşında trafikten bıkıp metroya kendini atabilmekten daha mı büyük mutluluk getirir, tartışılır. Yine 20 yaşında, insanın kafasını dinleyebileceği bir odası, kendi televizyonu olması müthiş bir şeyken 30 yaşında, yanında sohbet etmekten ve birlikte film izlemekten zevk alabileceğin birine sahip olmak imrenilecek bir durumdur bence.

Bazen insan çevresini saran ufak detaylarla öylesine meşguldür ki geri çekilip asıl büyük resmi göremeyebilir. İçinde bulunduğumuz, bizi boğduğu için kaçmaya çalıştığımız durum aslında bizi hayatımızın en muhteşem düşüne kavuşturacak yolun tam da üzerindedir belki de. Önemli olan, doğru zamanda doğru yöne bakabilmek ve gördüğümüzü doğru yorumlayabilmektir; aksi halde dilediğimiz hayat yanıbaşımızdan akıp giderken biz kaçırdıklarımız için dövünüp, gerçek mutluluğu pas geçebiliriz.

Ben bir süredir sahip olduklarımı, içinde bulunduğum durumu sorgulamaktan vazgeçmeye, bunun yerine hayatımın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Ve şu sıralar benim en büyük mutluluğum, Türk filmi tadında bana “anne” diyen minik oğlumun sesiyle uyanmak...

Gitmek mi zor kalmak mı?

Sadece 3 sene kalmak üzere geldiğimiz Moskova’da altıncı yılımızı doldururken, uzun zamandır bazı şeylerin farklı olduğunu hissediyorum. İlk zamanlar uzunca bir askerlik gibi yaklaştığımız Moskova maceramız, sırasıyla gün, ay ve yıl sayarak geçti. İstanbul’a koşarak geri döneceğimiz, hayatımıza verdiğimiz bu zorunlu arayı kapatıp, kaldığımız yerden devam edeceğimiz günü bekledik uzun süre. Hep eşyalı evler tuttuk, fazla ödeyeceğimizi bile bile; geri dönüşte fazla yükümüz olmamalıydı zira. Henüz kendi evinde, eşyasında oturamamış biri olarak bunu uzun süre zor da olsa kabullendim. Attığımız her adımı, yaptığımız her tatili, edindiğimiz her arkadaşlığı hep dönüşümüz üzerine planladık, yaşadık yıllarca. Kesin dönüş yapan arkadaşlar geri kalanlara kıymetli ama taşınamayacak eşyalarını verirken, kendi eşyalarımı kafamda çoktan paylaştırmıştım ben de. Üç beş valiz ve kolim zihnimde hazırdı bile…

Derken burada kalmamız gereken asgari süre tamamlandı, hatta biraz geçti; farklı sebeplerle, bir şekilde uzattık Moskova’da kalışımızı. Bir kaç sefer karar verip tarih de koyduk hatta kesin dönüş için, ama beklenmedik gelişmeler bizi buraya bağlamaya devam etti. Bu sürede İstanbul’a gidişlerimizdeki farkedemediğimiz azalmalar, aslında durumu gayet net bir şekilde ortaya koymak için uygun zamanı kollayan aklımın sisleri ardında duruyordu. Eşimin askerliğinin bitmesiyle beraber –dördüncü senemizin sonunda- İstanbul’daki dostlarımla geçirdiğim keyifli bir gecenin ortalarında birden farkettim içine düşmüş olduğum boşluğun. Bu insanlar kimdi? Benim 15 yıldır her adımımda yanımda olan, hemen hepsinin en kıvrak dönemeçlerini paylaştığım, aynı dili konuştuğum, çok özlediğim bu insanlar..

Peki ya Moskova’dakiler kimdi? Gurbeti paylaştığım, çok farklı geçmişlerden gelip ortak payda yakaladığım ama öncekilerden de bir hayli farklı olan bu insanlar.. Benim gerçek yerim neresiydi ve hangisiydi benim aslında olmak istediğim yer?

Aidiyetini kaybetmek korkunç bir boşluk yaratıyor insanın içinde. Kendi zihnimin ve ruhumun arafta sıkışıp kalmasıyla başlayan bu boğuk dönem bir süre devam etti ne yazık ki.. Garip bir yabancılaşma ve hesaplaşma yaşarken, benim geri dönmek için deli gibi beklediğim zamanın 4 sene gerimizde kaldığını ve bu sırada sılada bıraktıklarımın hayatlarının ‘bensiz’ yürüdükleri kısmının acı gerçekliğini hissetmek oldukça ağır bir yük yükledi ruhuma. Ve aslında benim de 4 senedir ‘onlarsız’ yürüdüğüm kısım arkamda heybetli bir dağ gibi yükseliyordu. Gayet çıplak olarak karşımda duran gerçek şuydu: geri dönsem bile, asla hiç gelmemiş gibi olamayacaktım ve hayat asla bıraktığım gibi devam edemeyecekti. Başka sorunlar, ayrılıklar, hüzünler ve alışkanlıklar barındırarak, artık o eski ben olamayacaktım.

Bu duygusal arafımdan beni minicik elleriyle çıkaran oğlum sayesinde 2 senedir daha az hissediyorum bu kararsızlığı. Sanki zihnimden ötelersem yok olacak sandığım bu gerçek bugünlerde daha da yakın artık bana. Türkiye’ye dönüşümüzün oldukça yakın olabileceği bugünlerde garip bir dalgalanma var yüreğimde. Çok özlediğim ailem, şehrim ve dostlarım inanılmaz derecede yakınımda ama gidince bulamayacaklarımın korkusu da yeniden zihnime üşüştü; içinde burada bırakmak zorunda kalacaklarımı da barındırarak.

Soranlara ‘hayırlısı, bilmiyorum, bakalım..’ gibi cevaplar verirken aslında ne dilediğimi bilememenin karamsarlığı fena halde üzerimde bu aralar.. Gitmek isteyen yanımla kalmak isteyenim sıkıca çarpışırlarken ben sadece seyrediyorum olan biteni. Ben veremiyorum bu kararı; gitmek mi zor kalmak mı?