25 Eylül 2008 Perşembe

MOSKOVA`DA ÇOCUK BÜYÜTMEK

Anne ve babalar için dünyadaki en değerli şey şüphesiz ki çocuklarıdır. Onlara maddi-manevi iyi bir gelecek sunabilmek içindir bütün çabalar hep. İyi bir eğitim ise herşeyden önce gelir kaçınılmaz olarak. İyi okullarda okusun, birkaç yabancı dil öğrensin ki ileride iyi bir iş sahibi olabilsin, hayatını bolluk içinde geçirsin isteriz.

Çocuklarını yabancı bir ülkede büyütenler içinse eğitim, daha büyük önem taşır. Karar vermek zorunda olduğumuz konular daha farklıdır. “Çocuklarımız hangi dilde eğitim almalı?”, cevaplaması oldukça zor bir sorudur. Çünkü Rusça okumaya başlamış bir çocuğu 3-4 yıl sonra Türkiye’ye götürmek durumunda kalabilirsiniz, ani bir karar ya da bir zorunlulukla. Çocuğunuz hem eksik eğitim almış hem de kafası oldukça karışmış olabilir. Peki ya uluslararası bir eğitim? Örneğin her ülkede denklikleri olan İngiliz veya Amerikan okulları? Ne yazık ki onlara da oldukça yüksek ücretler ödemek ve karşılığında da çok kaliteli bir eğitim alamadıklarına tanık olmak durumunda kalırsınız.

Neyse ki bu konulara kafa yormamız için önümüzde uzun yıllar var, diye düşünüyordum ki, 21 aylık oğlum minikler için oyun okuluna başladı bile geçen hafta. Haftada 2 kere, birer saat anne-çocuk bir arada eğleniyoruz. Kesinlikle hem çocukların okula, arkadaşlara, paylaşmaya ve disipline alışması için erken yaşta yumuşak bir geçiş oluyor bu, hem de evde sadece annesiyle oynamaktan sıkılan çocuklar için büyük bir değişiklik.

İlk gün büyük bir heyecan yaşadık hep beraber. Ve okula gittiğimiz an anladım ki ciddi bir sorunumuz var; dil! Oğlumuz doğduğundan beri hemen hemen sadece Türkçe ile haşır neşir olduğundan, ufak tefek kelimeler dışında Rusça’ya tamamen yabancı. Aslında bu bizim bilinçli bir seçimimiz. Oğlumuzun erken konuşmasında, tek bir dil duymasının önemi büyük bana kalırsa. Ayrıca kendi bozuk Rusça’mla onun minik beynini karıştırmaktan da kaçındım açıkçası. Ancak kreşte öğretmenleri anlamamasından dolayı bazı sıkıntılar yaşıyoruz.

Moskova’daki bütün Türk çocukları bu aşamalardan geçti mutlaka, ve hepsi de kısa sürede uyum sağladılar bu duruma. Çocuklar biz yetişkinlerden farklı olarak çok daha yalın olduklarından, kısa sürede ortak frekansı yakalayabiliyorlar. O yüzden kısa sürede bu sorunu atlatacağımıza inanarak devam ediyoruz derslere. Ancak yaklaşık 4 sene sonra, yani ilkokula başlama zamanı geldiğinde ne yapmak istediğimizi yavaş yavaş düşünmeye başladık. Ömrümüzün sonuna dek burada kalmayı planlamadığımızdan, o zaman gelmeden dönmemiz gerektiğinin farkındayız artık. Ama Türkiye’deki eğitim sisteminin karmaşıklığı ve değişkenliği de bizi korkutuyor, bir yandan. Kısacası henüz vakit varken birçok alternatifi değerlendirmek ve her iki seçeneği yaşamış insanlarla derinlemesine konuşup doğru kararı vermek durumundayız.

En değerli varlıklarımızı, hayata en güzel şekilde hazırlayabilmek hepimizin tek dileği bence...

OLMAZ OLMAZ DEME HİÇ..

‘Büyük lokma ye, büyük söz söyleme’ demiş atalarımız; zaten genelde her duruma uyan bir atasözü bulmada oldukça iyiyizdir. Ama bu, gerçekten de çoğu kez yürekten tekrarladıklarımdandır.

İnsanlar, doğaları gereği, gelecekle fazla ilgilidir. Belki bilinmemezliği, belki gelecek günlerin kötü olabileceği korkusu, belki de sırf meraktan... Hatta geleceği yakalamaya çalışırken günü kaçırdığımız da olmuyor mu çoğu kez? Bu yüzden de planlar yaparız hep, daha doğrusu atıp tutarız..

Herkes gibi ben de çok büyük konuştum zamanında. Bunların en ciddisi evlilik hakkındaydı. Evlenmek delilerin işiydi, ben hangi akla hizmet evlenecektim, ancak belki kırmızı kar yağdığında... 26 yaşında evli buldum kendimi!

İstanbul da büyük laflarımdan nasibini aldı hayatımda; bundan başka şehirde asla yaşamazdım ben, ne iş ne de başka sebepten dolayı, dünyanın en güzel şehrinde yaşamanın ayrıcalığı var işte daha ne olsun... 6,5 yıldır rüyalarımda İstanbul!

Yaramaz çocukları olan anne-babalar da hedefimdeydi. Çocuklarını şımartıyor ve rahat davranmalarına göz yumuyordu bir çoğu, çocuk yetiştirmekten anlamayan ne çok insan vardı, oysa ne kadar zor olabilirdi ki... 1,5 yaşındaki oğlum tam bir haydut!

Moskova’ya sadece 3 sene için gelmiştik, 5-6 yıldır burda yaşayanları anlamam mümkün değildi. İnsan neden burda yaşasındı ki... Şimdi bizi buraya bağlayan zorunluluklardan sıyrılmışken, olduğumuz yerdeyiz ve hatta gittikçe daha fazla yerleşmekteyiz!

Hayat sürprizlerle dolu gerçekten de. Kimin başına, ne zaman, neyin geleceğini bilmek ve bunun üzerine planlar kurmak ne yazık ki mümkün değil. Kadere teslimiyet de garip bir huzur veriyor insana; yoluna çıkanlara şaşırmamak ve herşeyin bir sebebinin olduğuna ikna olmak derin bir tevekküle götürüyor. Bu yüzden artık hiçbir şeye “olmaz” demiyorum; olabiliyor çünkü...

MOSKOVA’DA EV HALLERİ

Moskova’da yıllardır yaşayıp da ev alamamış olan herkes gibi biz de bu konudan oldukça muzdaribiz. Bunca yıldır ödediğimiz kiralarla çok rahat bir ev alabilirdik oysa ki. Ama burada bu kadar uzun kalacağımızı tahayyül edemezken, öte yandan da zamanında üç kuruş olan evlerin bugün onüç kuruş olması bizim asla öngörebileceğimiz bir şey değildi.

Birkaç ay önce evsahibimizin bir telefonuyla bizim de gündemimiz bu konu oldu maalesef. Evini satmak istediğini, bir ay içinde evden çıkmamız gerektiğini söyledi. İlk şoku atlatır atlatmaz kıdemlı emlakçımız Larissa ile birlikte koyulduk ev aramaya. Moskova’da evlerin camlarına “sahibinden kiralık” ilanları asılmadığından tek alternatifimiz, bir kira bedeli karşılığında seve seve (!) yardımcı olan emlakçılar.

Moskova’da son yıllarda inanılmaz artan enflasyon, emlak fiyatlarına da yansımış ne yazık ki. Orta halli, eli yüzü düzgün bir ev bulmak için çılgın fiyatlar ödemeniz gerekiyor artık. Kiralar da dolar karşısında değerini koruyan ruble üzerinden istenince, bizim gibi dolarla maaş alanların hanesine bir dezavantaj daha ekleniyor.

Öncelikle emlakçınıza ne istediğinizi tam olarak anlattığınızdan emin olmanız gerekir; aksi halde hiç size uygun olmayan evler görüp moralinizi bozmanız işten bile değil. Evin yeri, metroya yakınlığı, çevrenin sakinliği, otopark durumu, girişinin temizliği vs gibi konulardan sonra içi yeni yapılmış, temiz, sade ve eşyasız bir ev bulmak için bol bol şans ve sabır gerekiyor.

Taşındıktan sonra yeni eve sığabilmek için bazı düzenlemeler, çanak anteninizin sökülüp takılabilmesi için bir dolu mücadele ve yeni komşularınızın sizin sınırlarınızı denemesi gibi ufak (!) konulardan sonra en az bir yıl için derin bir nefes alıp güle güle oturun. Zira gelecek yıl sizden %50 zam veya sudan bir sebeple çıkmanızın istenmemesinin bir garantisi yok. Bu kadar masraf yaptıktan sonra kısa bir süre içinde yeni bir taşınmaya dayanabilir miyiz bilemiyorum.

Umarım bu, bu ülkedeki son taşınmamız olur. Darısı İstanbul’a taşınmaya....





Şişli’de bir apartıman
Yoksa eğer halin yaman..

HAZANIN HÜZNÜ

Uzun bir aradan ve vuku bulan birçok değişiklikten sonra tekrar merhaba. Önce ev değiştirme ardından da yaz tatili derken yaklaşık üç aydır yazamadım; umarım kaldığımız yerden devam edebiliriz artık..

Tipik bir Moskova yazı daha geride kalıyor şu günlerde, gelmeler gitmeler, kavuşmalar ayrılıklar derken burada kalan arkadaşlarla yeni bir kışa ve yıla hazırız artık. Sonbahar hep bir hüzün taşır zaten kendi içinde. Ancak biz gurbettekiler için daha da acıdır hep. Güzelim ülkemizin mis gibi denizlerinden çıkıp Moskova’nın serin ve gri akşamüstü havasına gelmek hiçbirimizin bayıldığı bir tercih değil, doğal olarak..

Kaçıncı kışımıza giriyorsak girelim, ortak olan ve değişmeyecek tek bir şey var bence aramızda; hepimiz biraz depresifiz şu günlerde. İşte benim asağıda yıllar önce yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere, değişen birşey yok Moskova sonbaharında...


“Hazanın hüznü geldi yine içeri,
Beklenmeyen konuk, istenmeyen gelin misali”

Esen rüzgar, içimi ürperttiği yetmezmiş gibi, neşemin sebebi yeşil-sarı yaprakları da koparıyor dallarından. Sanki her düşen yaprak, güzel yazdan bir adım daha uzaklaştırıyor beni.

Nedensiz bir ağlamak dolduruyor içimde yazın boşalan yerini. Sevmekten aciz, güneşe küs, eli-dili bağlı bir hava bu, karanlık güne hakim olan. Yaşamaktan soğutan, anlamsız bir öfkeye bulanıyorum istemeden. Mutsuz, tatsız, siyah-beyaz bir film artık yaşam denilen. Aylarca süreceğinin bilincinde bir arsızlıkla geliyor yanıma. Kaçışın olmadığı, çıkışın kaybolduğu, yazık, çok yazık geçecek bu kış da...

Bu senenin de tek tesellisi olacak şu iki satır:
“Ne de olsa kışın sonu bahardır,
Bu da gelir, bu da geçer ağlama...”




Bu kışı da hep beraber atlatabilmek dileğiyle...

GURBETİN AVANTAJLARI

Gurbette yaşamanın çok ama çok zor olduğunu anlatıp duruyoruz hepimiz. Sevdiklerimiz yanımızda değil, evlerimiz ve eşyalarımız geçici, havasını ve suyunu sevdiğimiz ülkemiz bizden uzakta.. Yabancı bir ülkede olmanın binbir türlü zorluklarını sıralayabiliriz. Bir de işin farklı yönü var aslında; gurbette yaşamak bazı açılardan bir çok avantaj barındırmakta.

Bunlardan en güzeli hep özlenmemizdir. Aralıklı ve kısıtlı süre için buluşabildiğimizden, arkadaşlarımız ve ailemiz bizleri hep çok özlerler ve gördüklerine sevinirler. Yanlarında pek fazla kalamadığımız için de bizden sıkılmaya bile fırsat bulamadan yeniden özlem dolu aylar başlar. Bu sürekli özleme hali de, birlikte geçen vakitlerin kalitesini artırmaya ve hep özel ortamlarda bulunmaya götürür biz ‘daimi misafirler’i. Sevdiğimiz yemekler biz gelmeden hazırdır çoğu kez; kilo alıp geri dönme korkusuyla da olsa yemeden duramadığımız.

Biz daha memlekete varmadan buluşma planları yapılır, bütün dostlar bizim için toplanır ve mekan seçimi de genelde boğaz kenarı olur; deniz kokusundan uzak kalan ayların acısını çıkarmak için...

Özellikle büyük şehirlere gidenler, orada yaşayanların en büyük sıkıntısı olan yoğun trafik saatlerinden de kaçınarak, kendi memleketlerini turist tadında gezerler ve alışveriş merkezlerinin sakin ve rahat saatlerinde keyifle dolaşırlar. Hediye almak ve vermekse bütün bir tatil boyu sürebilir.

Başka bir ülkede yaşarken de, kendi ülkemizde yakından göremeyeceğimiz bir çok ünlüyle sıcak temas kurabilmemiz şüphesiz oldukça keyif verici. Türkiye’de Tarkan’ın kaldığı oteli bulmanız ve onun etrafını çevreleyip sohbet etmeniz ne kadar mümkündür sizce? Veya Sertab Erener’i en önden seyrederek, hatta elini tutarak şarkılarına eşlik etmek kaç kere gerçekleşebilecek bir olaydır? Peki ya Şener Şen’le Nazım Hikmet’in mezarı başında sohbet etmek veya bir bakanla derin mevzulara girmek?

Kısacası hep sızlandığımız gurbetin bize sağladıklarını yabana atarsak nankörlük etmiş oluruz bence...



Not: Enka 50. yıl kutlamalarındaki Sertab Erener konserinin etkisiyle yazılmıştır bu yazım :)

KARAAĞAÇ
Yar gidiyor musun?
Gitme; içimde bir korku var
Biliyor musun?
Böyle başlar ayrılıklar.
Gel biraz, kokunu bırak
Baharımı al, soğuktur oralar
Ağlıyor musun?
Ağlama, hayırlar uğurlar..
Gurbete giden döner mi dönmez mi?
Belli değil bilirim
Ben bir karaağaç gölgesi buldum,
Cebimde ümitlerim.

SEZEN AKSU

21 Nisan 2008 Pazartesi

BİZ BÜYÜDÜK VE KİRLENDİ DÜNYA

Çoğumuz küçüklüğümüzü tatlı tebbessümlerle anarız. Dertsiz, tasasız, korunaklı bir şekilde, işimizin gücümüzün oyun olduğu yaşlarımız... Yürümek yerine neden koşar çocuklar ya da niye uyumak hep eziyettir onlar için, hiç düşündünüz mü?

Hep aceleleri vardır çünkü, vakit kaybına tahammül edemezler. Teneffüs zili çaldığı gibi sınıftan fırlayıp bahçeye atarlar kendilerini. Tatil günleri bile erkenden kalkarlar, izlenecek çizgi filmler vardır zira; uyuyarak heba edemezler günlerini. Bir an önce büyümek isterler. Doğumgünlerinde yaşlarını bir fazla söylerler, sanki gerçekten büyümüşler gibi. Ve hep büyüdüklerinde yaşayacakları hayatı hayal ederler; doktor, öğretmen ya da dansçı olurlar ama mutlaka en iyisi, en güzeli ve en başarılısı olacaklardır.

Oysa gerçek hayat çocuk hayalleri gibi değildir çoğu kez ne yazık ki. Büyüdükçe anlar insan, bir yerlerde geri dönmek ister o kaçtığı masum yıllarına; zaman dursun, sevdikleri hep yanında olsun, hastalıklar, ölümler, acılar, sıkıntılar yaşanmasın ister.

Küçükken geçim sıkıntısı ancak istediğimiz bir şey alınmadığında bizi ilgilendirir, hastalıklar genelde hafif ilaçlarla atlatılır, gerçekten çok yaşlılar dışında kimse ölmez çünkü. En büyük kavgalar bir kaç saat içinde unutulur, küslükler üç-beş günü geçmez. Şarkılar çok eğlencelidir, sözleri hiç de can yakmaz. Ve dünyanın en korkunç olayı muhtemelen harika bir oyundan eve çağrılmamızdır.

İlk ciddi acı, ilk aşk acısı veya ilk ihanet sonrasında anlar insan gerçek hayatı. Yıllar içinde de tanıyıp öğrenmeye devam eder; her ders ağır bir darbe ve saflıktan dökülerek azalan gözyaşlarıdır.

Gün gelir canı acımaz olur insanın en kötüsü de; taş olur yüreği, hissizleşir, umursamaz olur yanıbaşındaki acıları. İşte budur gerçek saflığın sonsuza dek yitirildiği an. Ve bu andır ki artık asla eskisi gibi değildir dünya, sevgi, dostlar ve hayat... Ve büyümek deriz bunun adına gururla; olgunlaşmak, hayatı anlamak, yetişkin olmak. Oysa aslolan içimizdeki çocuğun ölmesidir ve en acısı da doya doya ağlamak istediğimizde gözpınarlarımızın kuruduğunu dehşet içinde farketmemizdir.

Artık yetişmek için koşmak gerekmez, uyku derin bir kaçıştır bu aşamada. Hayat bize bir can daha verseydi nasıl oynardık yeni baştan, sil baştan, onu düşünüp durmakla geçer geri kalan zaman, beyhude.

İçerlerde kalan minik çocuğun sesini duyabilenler sekerek yürümeye devam etmeliler o halde, büyümek zorunda kalan tüm yorgun insanlar yerine de.

YALANCI BAHAR

Bazen felaketler hiç beklenmedik şekillerde zuhur edip, yerini güzelliklere bırakabiliyor. Hani hep deriz ya kendimizi avutmak için, her şerde bir hayır vardır, diye.. İnsana inanılmaz bir dayanma gücü ve devam edebilme motivasyonu sağlıyor bu inanç. Hatta dillendirmek gerekirse, mutluluktan daha çok üzüntüler huzur verebiliyor insana; çünkü mutluluk, elden yiteceğine dair korkular barındırırken ve de hiç bitmemesini istediğimiz halde biteceğinden eminken biz, üzüntülere de inanılmaz bir teselli oluyor aynı mantık. Üzüntü elbet geçecek ve yerini ferah duygulara bırakacak demek gelir içimizden. Aynen dediği gibi türkünün: Ne de olsa kışın sonu bahardır, bu da gelir, bu da geçer, ağlama..

Sonunda bir kış daha geride kalırken, ve bu bizim Moskova’daki yedinci (rakamla 7) kışımızken, gelen baharı neden daha az coşkuyla karşılıyoruz gibi geliyor bana?

Küresel ısınma uzun yıllardır tüm dünyamızı, hem de bağıra çağıra tehdit etmekte ne yazık ki. Değişen iklim ve yeryüzü şekilleri, insan ve hayvan hayatlarının içinde bulunduğu korkunç ve oldukça yakınımızdaki tehlike ve en kötüsü susuzluk tehditleri altında, geleceklerini yeşertmeye çalıştığımız, çabaladığımız minicik yavrularımız.. Son yıllarda hızla artarak karşımızda duran bu küresel tehdit karşısında, binlerce yıldır insanoğlunun kendi elleriyle yaptıklarını günümüzde üç beş cılız hareketle durdurmak ve gidişatı tersine döndürmek artık maalesef çok mümkün görünmüyor bana. Zira tehlikenin farkına epeyce geç vardık kanımca.

Zaten bu son kışımızın geçip de baharın geldiğini algılamaktaki zorluğumuz da bu olgunun bir sonucudur. 7 yıl önce donduğumuz aylarda, şapka bile takmadan dolaşmak; yazlarını yağmurlar altında, sandalet bile giyemeden geçirdiğimiz bu şehirde sıcaktan fenalık geçirmek çok ciddi bir farkındalık yaratmalı bizlerde.

Oysa bu kış daha az üşüdüğümüz ve yakıt paralarından tasarruf ettiğimiz, hatta erken gelen bahara sevindiğimiz için suçluluk hissediyor muyuz gerçekten de?

Binlerce yıldır insanlar bugünlerini ya da yakın geleceklerini güvence altına almakla yetinmeselerdi, bugün bunları yaşamıyor olacaktık bence. Bencillik, boşvermişlik ve geçici çözümlerle buraya kadar dayanabildi yaşlı gezegenimiz. Bundan sonrası hep karanlık artık.

Yakın çevremde bir çok eğitimli ve hayat standartları iyi olan çift var; sırf geleceğin belirsizliği yüzünden çocuk sahibi olmaktan kaçınan. İnsan hayatının sahip olabileceği en muhteşem duygudan yoksun kalmaya razılar, kendilerinden sonra çocuklarına ne olacağını merak etmek zorunda kalmaktansa...

İnsanın kendisine ettiği kötülüğü kimse edemez zaten. İşte hep beraber, atalarımız, dedelerimizle, kendi çocuklarımızın geleceklerini yok ettik, şimdi uzatma dakikalarında son dakika golü peşinde koşan yorgun futbolcular gibi her türlü çözüme açığız; arıyoruz, deniyoruz. Ama artık çok geç kalmadık mı sizce de?

Yine de bu kadar karamsar olamıyor insan, hala ümidimiz var herşeyin düzeleceğine, bilinçli insanların artması ve yeni nesillerin bu işleri kotarması en büyük dileğimiz. Onun için biz bilinçli ebeveynlere çok iş düşüyor. Evlatlarımıza bu gezegenin sahipleri değil geçici korumacıları olduğumuzu ve en ciddi işimizin, sahip olduklarımızı kendimizden sonra gelenlere eksilterek değil arttırarak devretmemiz gerektiğini kavratmamız gerekiyor. Bunu borçluyuz en azından..

1 Nisan 2008 Salı

Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur

İnsanlar kötü olaylar karşısında sükunetlerini korumak ve yola devam etmek için güç bulabilmek adına ‘sağlık olsun’ derken, aslında tam olarak neyi kastettiklerini düşünmüyorlar bence. Gerçekten o an kaybettiklerine üzülmediklerinden değil elbette; ancak sağlıklı olunduğu takdirde sahip olduklarının tadını çıkartılabildiklerine olan inançları da yeterli cevap mı acaba.. Kısacası gerçekten hayatımızın en anlamlı cümlesi bu bana göre.

Elimizdekinin kıymetini kaybedince anlamamız, insanoğlunun doğası gereğidir. Sıhhatimiz yerindeyken kafamıza taktığımız en ufak meseleler, biraz ciddi bir sağlık problemiyle karşılaşınca nasıl da küçülüverirler gözümüzde. Hele bir de kendi ülkemizden alıştığımız yöntem ve muamelelerden çok çok uzakta bir yerde hasta olursak..

Moskova’ya oldukça gençken geldiğimden (dünya zamanıyla 6,5 yıl geçmiş olabilir ama daha fazla gibi gelmekte bana..) aklıma bile gelmeyen bir sorundu sağlık. Hava değişimi ve kat kat giyinip, ağzımı yüzümü sararak dolaşmamdan dolayı üçüncü haftada hasta oluvermiştim. Ancak o zaman ayrımına vardığımız gerçek maalesef çok ürkütücüydü; dil bilmez, yol bilmez insanlar hasta olunca ne yaparlardı acaba? Önce yanımızda getirdiğimiz ağrı kesici ve ateş düşürücülerle denedim kendimi iyileştirmeyi. Yetmedi ortalama bir antibiyotik kullandım. Hala ayağa kalkamayınca, bir yerlerden bir Türk doktor bulup ulaştığımızda anladık ki böbreklerimi üşütmüşüm ve ancak uygun tedaviyle toparlanabildim. Ve kabusum oldu hastalık. Hatta uzun süre çocuk sahibi olmak istemememizin temelinde de bu sebepler yatmaktaydı kısmen. Ancak kalış süremizin uzaması ve oğlumuzun hayatımıza katılmasıyla korktuğumuz da başımıza geldi..

Oğlumuz ilk ateşlendiğinde İstanbul’daydık ve acemi her anne-baba gibi acile koştuk. Verilmesi gereken ilaçları ve ateş düşürme yöntemlerini öğrenerek eve döndüğümüzde uzun ve uykusuz geceler başladı. Zamanla bu durumlara alışır ve kontrol altına alabilir hale geldik. Ancak yine de uzayan rahatsızlıklar zaman zaman tedirgin etti ve bir gün Moskova’da sabaha karşı ‘03’ü aradık (bilmeyenler için 03, eve doktor getiren ücretsiz ambulans servisi). Oldukça ilgili ve güleryüzlü doktorlar gelip oğlumuzun ateşini düşürdüler, ancak 3 günü geçen ateşin sebebini öğrenmek için analiz yapılması ve mutlaka bir hastanede muayene edilmesi gerektiğini söylediler. Mantıklı geldi ve bahsettikleri çocuk hastanesine gitmeyi kabul ettik; oğlumla ben ambulansta, eşim arkada kendi arabasıyla bizi takip ederek. Hastaneye ambulansla ilk defa gittiğim için (inşallah da son olur), acilen doktorların bize bakacağının, oğlumuzun rahatsızlığını öğrenip bize yapılması gerekenleri bir an önce anlatacaklarının beklentisi içindeydim. İlk karşılaştığım sorular şunlar oldu:

• Sigara kullanıyor musunuz?
• Yanınızda çay fincanı getirdiniz mi?

Takdir edersiniz ki, önce şaşkınlıkla soruları cevapladım. Bu arada bulunduğumuz kata girmesine izin verilmeyen eşimle telefonda irtibat halindeydik. Kısa süre sonra bizi hastaneye yatırmak için getirdiklerini, eşimin orda kalamayacağını, gerekli analizlerin ancak ertesi gün alınabileceğini ve doktorun henüz hastaneye gelmediğini öğrendiğimde şaşkınlığım yerini kızgınlığa bıraktı. Bir dolu tartışma ve imzalanan kağıtlar sonucu oradan ayrıldık; kucağımda yorgunluktan uyuyakalmış oğlumuzla bir Fransız hastanesine gidip gerekli örnekleri verdik ve evimize döndük. Korkulacak bir sorun olmadığını telefonla 2 saat içinde bize bildirdiler ve böylece atlattığımız bu varta, zaman zaman aramızda espriyle karışık enteresan bir anı halinde konuşulur oldu.

Farklı kültür ve alışkanlıların getirdiği bir takım zorluklar elbette ki yaşanmak durumunda; ancak insanın kendi alıştığı yaklaşıma maruz kalınca huzur ve güven duyması da kaçınılmaz. Grip ya da soğuk algınlığı sebebiyle hastanede yatmak bize ne kadar garip geliyorsa, minik rahatsızlıklar için doktora başvurmamak da eminim Ruslar’a garip geliyordur.

Ancak maaile sağlıklı ve huzurlu olduğumuzda kafamızın da rahat olması gayet doğal bir sonuç olsa gerek...

Herkese sıhhatli günler dilerim..


“Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhât gibi”
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN

19 Mart 2008 Çarşamba

HAYAT BİZE OYUN OYNUYOR, OLABİLİR Mİ?

Uzun zaman oldu kendimi didik didik edip kurcalamayalı, hesap kitap yapmayalı; neyi ne kadar doğru yaptığımı, nerde çuvalladığımı kendime itiraf etmeyeli..

İnsanın hayatında birçok iniş-çıkış, birçok dönemeç vardır. Bazen önemli bir karar arefesinde, önünde durduğumuz yol ayrımına bakakaldığımızda daha bir önem taşır geçmiş iç hesaplaşmalarımız. Zira kar-zarar hesabı yapmalıdır ki vicdan, bundan sonraki yola devam için gücümüz, cesaretimiz olsun.

Yanlış girilen yolların bedellerini de aslanlar gibi öderiz, yeri gelince. Ve ancak kendimizle başbaşa kalınca ağlarız katıla katıla, çekilenlerin acısına..

Ve bazen de herşeyi yakıp yıkıp gitmek gelir içimizden, çok uzak, çok başka, çok yalnız bir yerlere kaçmak; tek başına, açık seçik ve dürüstçe yapabilmek için bilançomuzu. Çoğu kez de başarısız oluruz; çünkü ne kadar uzağa da gitsek kendimizi de götürmüşüzdür ve neyi silerse silsin insan, bir tek kendinden kurtulamaz, ne yazık ki..

Böyle zamanlarda bir sınavdan geçtiğimi düşünürüm hep; sanki bana özel yapılmış bir mazeret sınavındayım. Soran kim, kim değerlendirecek bilmeden, sadece cevaplarım deli gibi. Bir an önce geçmek isterim sanki bir sonraki dereceye, hayatım kaldığı yerden beni orada bekliyormuş sanarak. Oysa içimde bir yerlerde hep bilen bir tarafım var; “Bu bir oyun, rahat ol, gül geç” diyebilen. Hayat bize bilmem kaçıncı perdesini oynarken oyununun, biz sanki başrol edasıyla ilerliyoruz çoğu kez, aslında sayısız figürandan biri olarak hayatın sahnesinde..

Bazen de duygu enkazının altından çıkmaya çalışmak yerine aniden silkinip, herşeye baştan başlamak için bir cesaret buluruz bir yerlerden. Sil baştan başlar ve sıfırlarız hayatı; yeniden atmaya başlarcasına kalp, en temiz, en güzel duyguları alır içine ilk olarak.. Ve sil baştan severiz herkesi, herşeyi; daha güçlü, daha saf ve daha derinden, herşeyi unutarak...

Herşeye rağmen hala güzel geliyorsa hayat, yanınızda tutunup kalkabileceğiniz bir el varken hala ve daha yapılacak çok yanlış, silinecek çok defter var gibi geliyorsa, başlayın siz de, bir cesaret derin sularda inci tanesi aramaya... Çünkü belki de bugün o sonuncu gün ve kimbilir gidilecek ne uzak yollar var hala.



Gücün Var mı Sevgilim
Derin Sularda İnci Tanesi Aramaya
Cesaretin Kaldıysa Hala
Benle Aşktan Konuşmaya
Söyle Canım Sevgilim
Hayat Bize Oyun Oynuyor Olabilir mi
Yorgun Gibi Bir Halin Var
Duyguların Karışık Olabilir mi

Sil Baştan Başlamak Gerek Bazen
Hayatı Sıfırlamak
Sil Baştan Sevmek Gerek Bazen
Herşeyi Unutmak

Sanki Bugün Son Günmüş Gibi
Dolu Dolu Yaşamak İstiyorum Ben
Her Ne Çıkarsa Yoluma
Selam Verip Yürümek İstiyorum Ben

ŞEBNEM FERAH

13 Mart 2008 Perşembe

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

Son çeyrek yüzyılda daha çok öne çıkan ‘özel günler’ kervanının belki de en gariban kalanıdır Dünya Kadınlar Günü. Çoğu ülkede bilinmez. Türkiye’de olduğu gibi, bazı ülkelerde ‘sözde’ önem verilir ve paneller, mitingler, özel televizyon programları vs. düzenlenerek kutlanır. Rusya gibi bazı ülkelerde de tatil ilan edilir, içilir, şarkılar söylenir, havai fişekler atılarak coşkuyla yaşanır. Peki bu günü diğerlerinden farklı kılan nedir?

Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmak yolunda verdiği savaşın temsili başlangıcı olan 8 Mart 1857 tarihinde, Amerika'nın New York kentinde, tekstil sektöründe çalışan yüzlerce kadın, düşük ücretlerini, uzun çalışma saatlerini ve insanlık dışı çalışma koşullarını protesto etmek amacıyla grevler yapmıştır. Bunu takip eden bazı gelişmelerin sonucu artık 8 Mart tarihi kadınlar için çok özel bir günmüş gibi kutlanır olmuştur.

Peki 8 Mart’ta dünyanın dört bir yanındaki kadınlar için ne değişmektedir, kadınların ne kadarının bu günden haberi vardır, daha da önemlisi erkeklerin ne kadarı kadınların bu gününden haberdardır sizce..

Tüm özel günlerde olduğu gibi birçok kişi bugünü gazete ve televizyonlardan takip etmekle yetiniyor bence. Rusya’da, diğer ülkelerden biraz daha farklı olmakla beraber ciddi boyutta kutlamalar yapıldığını görüyoruz. En azından kişisel olarak.. Çoğu kadın en azından bir çiçek almıştır mutlaka. Ama Türkiye’de bugün kaç kadına eşi sabah kahvaltı hazırlamış, çiçek almış, yemeğe çıkarmış ya da bugüne özel bir kutlama yapmıştır acaba? Bunları gereksiz ya da şımarıkça bulanlar olabilir; o zaman kaç kız çocuğu doğduğu için anneleri suçlanmış, kaç küçük kız berdele veya töre cinayetine kurban gitmiş, kaçı namus belasına zorla evlendirilmiş, yıllarca süren ama korkudan kimselere söylenememiş tacizlere katlanmaya devam etmiştir sizce?

Acı gerçeklere gözlerimiz dolarak katlanmak durumunda kaldığımız bu zamanda kadın olmak bence 1857 yılından çok daha zor artık. Eşit şartlar hala yok; kim ne derse desin, erkek hala ve her yerde daha avantajlı. Kadın da çalışmak zorunda olduğu halde evin yükü büyük oranda kadında. Hele çocuk sahibi kadınlar için çalışmak adeta kabus. Eğitimli ya da cahil, zengin ya da fakir, genç ya da yaşlı farketmeden kadın büyük oranda fedakarlık yapmak ve yuvasında eşini ya da babasını, işyerinde patronunu ve çalışanını dengeli bir şekilde idare etmek zorunda. Ofiste iş, evinde hamarat ev kadını olmalı; gezme tozmalarda güzel, bakımlı ve zayıf, aynı zamanda da doğurgan ve anaç olmalı. Kısacası süper güçlere sahip olsak da biz kadınlar; trafikte erkek şoförlere, evde anlayışlı(!) kocalara, işyerinde ise aklı evvel kadınlarla çalışmak zorunda kalan zeki(!) patronlara yaranamayız. O yüzden bize senede bir gün bile fazla değil mi sizce!!!

4 Mart 2008 Salı

YETER...

Uzun zamandır kalbimin katılaştığını, eskisi kadar hassas, kırılgan, sulugözlü olmadığımı farketmeye başlamıştım. Gençken insan herşeyi gerçek, herkesi kendi gibi, her söyleneni doğru sanır ya hani, ve zamanla törpülenir ya kalbi; alınan darbeler, geçirilen acı deneyimler ve açılan yanlış kapılarla. Her yeni üzüntü ruhumu usul usul kemirirken, kalbimin içi oyuk, asırlık bir çınar gibi boşlukla kaplandı zaman içinde; ve ben bunu büyümek, olgunlaşmak, hayatı tanımak gibi yalanlarla adlandırdım teselli olsun diye..

Oğlumuzu evimize ilk getirdiğimizde anladım ki, içimde bir yerlerde gömülü kalmış gözyaşlarım artık kirpiğimin ucunda. Gazetelerde, televizyonda gördüğüm haberler –neşeli ya da kederli, farketmeden– gözlerimi dolduruveriyorlar artık. Özellikle bebekler, çocuklar, anneler ve ölüm varsa içlerinde... Bir keresinde Sezen Aksu’dan duymuştum, “Anne olduktan sonra, her çocuğu ben doğurmuşum gibi hissediyorum” demişti bir yerlerde. Bunun aynını hissediyorum yoğun bir şekilde ben de.

Son yirmi küsür yıldır kanayan yaramız artık yüreklerimizi daha vahşice dağlıyor. Belki medyanın pompalaması, belki de tahammül sınırlarımızın zorlanması yüzünden, ülkemizin son dönemleri hep acı, hep haykırış dolu, hep ağıt yakılası.. Çenesi titreyerek ‘Vatan sağolsun’ diyen babalar, onlar ki erkek evlat sahibi olmanın gururunu sadece yirmi yıl yaşayabilmişler; ruhları bedenlerinde kalmaya direnerek ağıtlar yakan, feryat figan anacıklar, bir köşede sessizce yiten geleceklerine yanan gencecik yavuklular ve en acısı daha memeden kesilmemiş yetim kalan bebeler... Maalesef son manzaralarımız bunlar bir süredir.

Hayatın doğasına aykırı olan evlat acısını yaşayan her anayla beraber bir kez daha dağlandı kalbim, sanki ben doğurmuşum gibi şehit düşen bütün çocukları.. Memleketten uzak olanlar çok iyi bilirler; insanlar uzakta nasıl da aslan kesilir, nasıl da vatan aşkı taşırlar yüreklerinde, nasıl tek yürek olurlar düşman karşısında. Belki annelik, belki kadın duygusallığı ya da memeleket hasreti.. Canım son zamanlarda çok acıyor. Katılarak ağlamak isterken sesim yüreğimden çıkamıyor. Ne olur, nasıl çözülür, birileri mutlaka biliyordur; ancak benim tek bildiğim daha fazla evlat kanıyla sulansın istemiyorum topraklarımız. Tüm gücümle haykırmak istiyorum “Yeter artık dursun bu hayâsızca akın!”

2 Mart 2008 Pazar

BEN GÜZELE GÜZEL DEMEM

Rusya denince ilk akla gelen, sarışın, uzun ince bacaklı Rus kızlarıdır herhalde. Özellikle Türkiye’de yapılacak bir ankette – erkekler arasında tabii ki – en çok gitmek istenen ülke burası çıkar bence. Peki nereden geliyor bu kızların ünü ve ne kadar hakkını veriyorlar bu övgülerin?

Moskova’da yaşayan her Türk kadını gibi ben de kendimi bu tür muhabbetlerin içinde buldum, buraya geldiğimizden beri. Gerçekten de denildiği gibi mi, tam olarak bilmem elbette imkansız ancak bunca zamandır pek çok “güzel” kadın görmüşlüğüm vardır bizzat. Genetik miras, doğa koşulları, erken yaşta edinilen spor alışkanlığı ve yemek kültürlerinden olsa gerek düzgün fizikleri ve güneşi az gören bir iklimin sebebiyle de açık ten ve saç renklerine sahip bu hatunlar, biz koyu renkli, orta karar insanların dikkatini çekmektedir doğal olarak. Dış görünüşlerine ek olarak rahat tavırları, cüretkar giyim tarzları ve eğlence anlayışları, özellikle ‘ağır’ olmaları çocukluklarından beri aşılanan mazbut Türk kadınlarına kıyasla onları daha çekici kılmakta. ‘Hanım’ olmak, temiz aile kızı olarak tanınmak ve iyi terbiye görmüş olmak bizim ülkemizde hala genel geçer ahlak kuralları arasındayken, Türk erkeklerinin özellikle Rus kızlarına olan ilgisini anlamak mümkün mü sizce?

Elbette bunca yılın kültür farkı bizi zıt kutuplar yapmakta. Ancak ben burada yaşadığım süre içinde her iki ülkede de bir çok değişiklik gözlemledim, kendi adıma. Türkiye’de gördüğüm kızlar yani yeni nesil inanılmaz güzelleşmiş bana göre. Genelde hepsi uzun boylu ve ince yapılı, son derece modern ve alımlı giyinmekte ve hepsinden önemlisi kızlar artık daha serbest. Örneğin bizim zamanımızda (inanın çok zaman geçmiş gibi gerçekten de) gece gezmeleri, kıyafetler, bakım vs gibi konular bize yabancıyken bugün neredeyse fönsüz, manikürsüz kız göremiyorum sokaklarda, alışveriş merkezlerinde. Hayata erken atılıp daha çabuk para kazananların ise altlarında arabalar.. Havalı ve kendine güvenen cıvıl cıvıl Türk kızlarını görünce gizli bir gururla beraber erken dünyaya gelmiş olmanın burukluğu da yok değil içimde..

Peki bu sürede benim gözümle Rusya’da neler değişti? Belki alıştığım için bilmiyorum ama inanın ben artık sağda solda aman aman çok da güzel kızlar göremez oldum. Tabii ki bir çok hoş hatun var ama dönüp baktıracak kadar güzel olanlar azaldı gibi geliyor bana. Genç kızlar hafif balıketli olmaya başladılar (yaşasın McDonald’sJ). Moda anlayışımızdaki farklılıklar da bu kararımda etkili sanırım.

Kısacası Türk erkekleri artık buralara kadar zahmet etmesinler; etraflarına şöyle bir baksınlar, derim.

Tabii bu arada hoş Rus kızlarıyla dolu bu şehirde bizlere sevgi ve sadakatla bağlı eşlerimizi de unutmayalım hanımlar...

19 Şubat 2008 Salı

Dost dost diye nicesine sarıldım

“İnsanın doğduğu yer mi yoksa doyduğu yer midir memleketi” diye diye artık burayı evimiz belledik uzun zamandır. Öyle ki Türkiye’ye gidişler ‘tatil’, burası ‘eve dönüş’ bizim için. Yerleşik düzene duyulan özlem, bavulla geçen haftaların bir an önce bitmesini diler hale getiriyor insanı ister istemez..

Buralarda ailelerimizden uzak olmamız bizi eşimize dostumuza normalde olduğundan daha çok bağladı doğal olarak. Arkadaşlarımız ailemizin yerini doldurdu zaman zaman, ihtiyaçtan.. derdimizi, sevincimizi, anılarımızı ve hastalıklarımızı en yakınımızda olanlarla paylaştık; insan olmanın verdiği paylaşım güdüsüyle. Ve yine aynı sıkıntıları paylaşmanın verdiği hoş rehavetle..
Ancak gurbette her konuda anlaşabileceğimiz, tam anlamıyla güvenebileceğimiz kalıcı dostlarımızı ‘ilk görüşte’ kaçımız bulabildik? Kaçımız hatalar yaptık, yanlış yollara sapıp duvarlara tosladık ve kaçımız bunların bedelini ağır ödedi?

İnsanoğlu doğası gereği yalnız yaşayamaz, yaşamamalı da. Burada hayatın biraz daha yavaş işlemesi, çoğumuzun (kadınların) çalışmıyor olması ve benim gibi ev kadını olmaya alışmamış olanların sıkıntıdan patlaması yüzünden bol bol gezip tozuyoruz; alışverişlere, kafelere, gece kulüplerine vs gidiyoruz, altın, dolar günleri yapıyoruz ve hepsinden ötesi bol bol laflıyoruz. Ve ister istemez kendi mahrem bölgelerimizin sınırlarını aşıp olması gerekenden fazla açıyoruz yüreklerimizi. Eğer karşımızdaki gerçek dostsa korkacak bir şey yok; ancak ne yazık ki insan her zaman çok emin olamayabiliyor bundan. Gerçek dost sandığınız ve özel bir sırrınızı paylaşmaktan sakınca duymadığınız bir kişinin bir süre sonra farklı bir yüzünü görüp, dahası söylediğinizi başkasından duyup kahrolmanız maalesef çok da şaşılacak bir durum değil artık günümüzde.

İnsan ancak kendi başına gelince idrak edebiliyor gerçeği; kimin iyi kimin kötü, kimin dost kimin düşman olduğu hoş olmayan şekillerde açığa çıkıyor er ya da geç. Acılar tecrübe oluşturuyor zaman geçtikçe ve bu tecrübeler daha mesafeli, daha kötümser olmaya itiyor bizi..
Geride kalan üç beş ‘gerçek’ dost ise o kadar değerli ki kaybetmemek için üzerine titrer hale geliyorsunuz.. Ancak bazen de ömürlük dostlar ayrılmak zorunda kalıyor bu şehirden, sizden, paylaştığınız herşeyden.. Ama biliyorsunuz ki onlar hep var olacak; artık az görüşecek olsanız da her gördüğünüzde kuvvetli özlemle birlikte hissettiğiniz şey paylaşacak ne kadar çok şeyin biriktiği olacak.

Gerçek dostları geç bulup tez kaybetmemeniz dileğimle...

13 Şubat 2008 Çarşamba

Mutluluk

Herhalde üzerinde en çok konuşulmuş kavramdır mutluluk. Yeryüzünde var olan insan sayısı kadar da farklı tanımı vardır. Kimi sıcak bir çorba içtiğinde, kimiyse kırmızı bir Ferrari’ye binince mutlu olur. Bazen de aynı durum aynı anda birden fazla kişiyi mutlu etmez; mesela bir anne, çocuğu sözünü dinlediğinde mutludur, çoçuksa kendi bildiğini okuduğunda..

Mutluluğun sözlük tanımı “bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan doğan kıvanç durumu” (bkz www.tdk.gov.tr). Peki bu ne kadar doğru? İnsanın tüm isteklerine eksiksiz ulaşması ve bu durumun sürekli olması mümkün mü?

İnsanın gözü deryadan alınmıştır, derler; çünkü uğruna aylar, yıllar harcanan, deli gibi beklenen istekler karşılandığında kısa süreli tatmin duygusu yerini yeni istek ve/veya ihtiyaçlara bırakır. Çünkü elde edilenin değeri çabuk tükenir, ne yazık ki. Dolayısıyla mutluluk aslında sürekli olarak yenilenen istekler ve her zaman peşinden koşulacak yeni hevesler demek oluyor.

Mutluluğun bir başka boyutu da zamanlama belki de. İstenen ya da beklenen şeylerin ne zaman gerçekleştiğine bağlı olarak değişebilir durum. Mesela 20 yaşında kendi arabanı kullanıyor olmak, 30 yaşında trafikten bıkıp metroya kendini atabilmekten daha mı büyük mutluluk getirir, tartışılır. Yine 20 yaşında, insanın kafasını dinleyebileceği bir odası, kendi televizyonu olması müthiş bir şeyken 30 yaşında, yanında sohbet etmekten ve birlikte film izlemekten zevk alabileceğin birine sahip olmak imrenilecek bir durumdur bence.

Bazen insan çevresini saran ufak detaylarla öylesine meşguldür ki geri çekilip asıl büyük resmi göremeyebilir. İçinde bulunduğumuz, bizi boğduğu için kaçmaya çalıştığımız durum aslında bizi hayatımızın en muhteşem düşüne kavuşturacak yolun tam da üzerindedir belki de. Önemli olan, doğru zamanda doğru yöne bakabilmek ve gördüğümüzü doğru yorumlayabilmektir; aksi halde dilediğimiz hayat yanıbaşımızdan akıp giderken biz kaçırdıklarımız için dövünüp, gerçek mutluluğu pas geçebiliriz.

Ben bir süredir sahip olduklarımı, içinde bulunduğum durumu sorgulamaktan vazgeçmeye, bunun yerine hayatımın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Ve şu sıralar benim en büyük mutluluğum, Türk filmi tadında bana “anne” diyen minik oğlumun sesiyle uyanmak...

Gitmek mi zor kalmak mı?

Sadece 3 sene kalmak üzere geldiğimiz Moskova’da altıncı yılımızı doldururken, uzun zamandır bazı şeylerin farklı olduğunu hissediyorum. İlk zamanlar uzunca bir askerlik gibi yaklaştığımız Moskova maceramız, sırasıyla gün, ay ve yıl sayarak geçti. İstanbul’a koşarak geri döneceğimiz, hayatımıza verdiğimiz bu zorunlu arayı kapatıp, kaldığımız yerden devam edeceğimiz günü bekledik uzun süre. Hep eşyalı evler tuttuk, fazla ödeyeceğimizi bile bile; geri dönüşte fazla yükümüz olmamalıydı zira. Henüz kendi evinde, eşyasında oturamamış biri olarak bunu uzun süre zor da olsa kabullendim. Attığımız her adımı, yaptığımız her tatili, edindiğimiz her arkadaşlığı hep dönüşümüz üzerine planladık, yaşadık yıllarca. Kesin dönüş yapan arkadaşlar geri kalanlara kıymetli ama taşınamayacak eşyalarını verirken, kendi eşyalarımı kafamda çoktan paylaştırmıştım ben de. Üç beş valiz ve kolim zihnimde hazırdı bile…

Derken burada kalmamız gereken asgari süre tamamlandı, hatta biraz geçti; farklı sebeplerle, bir şekilde uzattık Moskova’da kalışımızı. Bir kaç sefer karar verip tarih de koyduk hatta kesin dönüş için, ama beklenmedik gelişmeler bizi buraya bağlamaya devam etti. Bu sürede İstanbul’a gidişlerimizdeki farkedemediğimiz azalmalar, aslında durumu gayet net bir şekilde ortaya koymak için uygun zamanı kollayan aklımın sisleri ardında duruyordu. Eşimin askerliğinin bitmesiyle beraber –dördüncü senemizin sonunda- İstanbul’daki dostlarımla geçirdiğim keyifli bir gecenin ortalarında birden farkettim içine düşmüş olduğum boşluğun. Bu insanlar kimdi? Benim 15 yıldır her adımımda yanımda olan, hemen hepsinin en kıvrak dönemeçlerini paylaştığım, aynı dili konuştuğum, çok özlediğim bu insanlar..

Peki ya Moskova’dakiler kimdi? Gurbeti paylaştığım, çok farklı geçmişlerden gelip ortak payda yakaladığım ama öncekilerden de bir hayli farklı olan bu insanlar.. Benim gerçek yerim neresiydi ve hangisiydi benim aslında olmak istediğim yer?

Aidiyetini kaybetmek korkunç bir boşluk yaratıyor insanın içinde. Kendi zihnimin ve ruhumun arafta sıkışıp kalmasıyla başlayan bu boğuk dönem bir süre devam etti ne yazık ki.. Garip bir yabancılaşma ve hesaplaşma yaşarken, benim geri dönmek için deli gibi beklediğim zamanın 4 sene gerimizde kaldığını ve bu sırada sılada bıraktıklarımın hayatlarının ‘bensiz’ yürüdükleri kısmının acı gerçekliğini hissetmek oldukça ağır bir yük yükledi ruhuma. Ve aslında benim de 4 senedir ‘onlarsız’ yürüdüğüm kısım arkamda heybetli bir dağ gibi yükseliyordu. Gayet çıplak olarak karşımda duran gerçek şuydu: geri dönsem bile, asla hiç gelmemiş gibi olamayacaktım ve hayat asla bıraktığım gibi devam edemeyecekti. Başka sorunlar, ayrılıklar, hüzünler ve alışkanlıklar barındırarak, artık o eski ben olamayacaktım.

Bu duygusal arafımdan beni minicik elleriyle çıkaran oğlum sayesinde 2 senedir daha az hissediyorum bu kararsızlığı. Sanki zihnimden ötelersem yok olacak sandığım bu gerçek bugünlerde daha da yakın artık bana. Türkiye’ye dönüşümüzün oldukça yakın olabileceği bugünlerde garip bir dalgalanma var yüreğimde. Çok özlediğim ailem, şehrim ve dostlarım inanılmaz derecede yakınımda ama gidince bulamayacaklarımın korkusu da yeniden zihnime üşüştü; içinde burada bırakmak zorunda kalacaklarımı da barındırarak.

Soranlara ‘hayırlısı, bilmiyorum, bakalım..’ gibi cevaplar verirken aslında ne dilediğimi bilememenin karamsarlığı fena halde üzerimde bu aralar.. Gitmek isteyen yanımla kalmak isteyenim sıkıca çarpışırlarken ben sadece seyrediyorum olan biteni. Ben veremiyorum bu kararı; gitmek mi zor kalmak mı?

2 Ocak 2008 Çarşamba

Eski yılları ne yapalım..

2007’nin sonuna yaklaşırken daha neredeyse bir ay öncesinden itibaren Moskova’nın her yerinde süslü ağaçlar, cadde ışıklandırmaları, çiçekler ve yılbaşı süsleriyle bezenmiş vitrinler gözümüze çarpıyordu. Hediye telaşı, tatil organizasyonları, rezervasyonlar derken aslında bütün bunların sebebini durup düşünmedik hiçbirimiz bence. Tabii ki sebep yeni yılı en eğlenceli şekilde karşılamak. Ancak aslında farkında olmadan yaptığımız şey; hızla geçen hayata, bizden uzaklaşan gençliğimize ve güzel anılarımıza coşkuyla el sallamaktan ibaret ne yazık ki.

Yirmili yaşlarımın sonlarına doğru aklıma düşen bu fikir artık yaşgünleri, yıldönümleri ve yılbaşı gibi özel günlere bakış açımı değiştirdi ister istemez. Geçen her gün, girilen her yeni yaş ve kutlanan her yeni yılbaşı aslında bizi geri dönülmez sonumuza güle oynaya uğurlayan kaldırım taşları değil mi?
Yeni yılı kutlarken yaptığımız hazırlıklar, sevdiklerimize aldığımız hediyeler, özenle hazırladığımız sofralar, eğlenceli bir gece geçirmemiz ve yeni umutlar taşıyan, geçen senelerden daha iyi olacağı beklentisinde olduğumuz kocaman bir yılı coşkuyla ve gülerek karşılamamız için aslında. Yeni yıla nasıl girersek tüm yılımızın öyle geçeceğine olan inancımızın etkisiyle ve her gelen yeniliğin mutluluk getirmesi temennileriyle bekliyoruz 2008’i de.
Peki ya eski yıl? Coşkuyla yenisini beklerken arkamızda bıraktığımız, bir an önce kurtulmaya can attığımız eski yıllarımız? Oysa nasıl da mutlu geçmiştir kimbilir; kimimiz işinde yükselmiş, kimimiz anne olmuş, aşık olmuş, evlenmiş, kimimiz hayatının en büyük hayalini gerçekleştirmiştir 2007’de.
İnsanoğlunun en büyük zaaflarından biri vefasızlık bence. Tabii ki geçen yıllar geri gelmiyor, geçmişte yaşamak imkansız ve yeni gelen yıla sevinmemek elde değil; ancak eskiyen herşeyin aslında bizden parçalar taşıdığını ve geride kalarak aslında bizi de eksilttiğini unutmamak gerek. Yani gelen yeni yılı karşılarken sevinçle, gidenlerin de layık olduğu hüznü eksik etmemek gerek bence..
Yılın son günlerinde beni çok üzen bir haberin etkisiyle iç karartıcı da olsa, bu yazıyı okuyanlara eskilerini aratmayacak, yeni ve mutlu yıllar dilerim..


Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana...
ATAOL BEHRAMOĞLU