25 Aralık 2007 Salı

MOSKOVA`DA ÇOCUK OLMAK..

Bu şehrin en çok nesini seviyorum diye düşündüğümde ilk aklıma gelen, çok geniş yeşil alanları olur herhalde (Mayıs – Eylül ayları arasında, şüphesiz). İstanbul’dan çok farklı olarak Moskova’da apartmanlar arasında çok büyük boş alanlar, her mahallede en az bir iki tane park, geniş yürüyüş yolları ve bir sürü de çocuk bahçesi var. İnsanın dikkatini çekecek kadar çok çocuk da olunca bu park ve bahçelerde, Rusların çocuklarına ne kadar önem verdikleri de ortaya çıkıyor. Hava kaç derece olursa olsun bebeklerini dışarıda gezdiren anneler ve büyükanneler, günün her saatinde şehrin profilinde göze çarpıyor.

Yeni evli olarak burada yaşamaya başladığımızda, aklımızda henüz çocuk sahibi olmak yokken gördüğüm kırmızı suratlı, astronot kıyafetli, maviş bebekler ilgimi çekerdi. Çünkü bizim ülkemizde hava sıcaklığı 10 derece civarına bile düşse çocuklar dışarıya çıkarılmazlar. Çıkarılsalar bile sarılıp sarmalanmaktan yüzleri görünmez. Çünkü soğuk hava bizde, özellikle de İstanbul’da hastalık getirir. Kar yağdığında okullar tatil olur olmasına da çocukları kartopu oynamaktan kimse alıkoyamaz. Oysa buradaki çocuklar için uzun bir zaman dilimi boyunca karda yürümek, oynamak sıradan olaylar. Yıllar önce buradan ayrılıp Ankara’ya dönen bir arkadaşın kızı ile ilgili anlatılan bir anektodu hiç unutmam. Küçük kız kreşe gitmektedir. Bir gün kar yağar ve hergün dışarıda oynayan çocuklar o gün sınıfta oturmak durumunda kalırlar. Bizim küçük kız buna anlam veremez ve annesine “kar yağdı diye neden dışarıya çıkamadığımızı anlayamadım..” der.

Buraya ilk geldiğimde tanıdığım az sayıdaki Ruslar’dan sanat, spor, müzik ve yabancı dil gibi konularda ne kadar yetenekli olduklarını ve hemen hepsinin çocukluktan itibaren bu alanlara yönlendirildiklerini öğrendiğimde çok etkilenmiştim. “Ağaç yaşken eğilir” atasözü Rusça’dan dilimize geçmiş olabilir mi diye düşündüğümü itiraf etmek zorundayım. Türk arkadaşlarımın kreşlere giden çocukları sayesinde, daha küçücük yaşlarda birçok faaliyete başlandığını ve bunun ancak bir yaşam tarzı olarak benimsenmesiyle bu disipline sahip olunabileceğini farkettim.

Moskova’da bolca bulunan kreşler, her mahallede birkaç tane olmakla beraber, son derece cüzi ücretler karşılığında tüm gün hizmet vermekte. 3 öğün verilen yemeklerde çocuklara kendi kendilerine yeme – içme adabının öğretilmesi, öğle uykusu alışkanlığı kazandırılması ve spor, müzik, dans, resim gibi dallardan bazılarının çocuklara aşılanması karşılığında gerçekten de komik sayılacak bu miktarların ne yazık ki Türkiye’de, özellikle de büyük şehirlerdeki kreş ücretlerinin çok çok altında kalması düşünülmesi gereken bir konu bence.

Moskova’da yaşayan miniklerin bir başka şansı da kendileri için planlanan bir çok eğlence imkanları olması. Sirkler ve hayvanat bahçeleri sanırım her çocuk ve hatta yetişkin için büyüleyici dünyalar. Moskova’ya gelmeden önce bir kez Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği’ne, bir kez de İstanbul’daki Gülhane Parkı’na gitmiş biri olarak bir hayvanat bahçesinde ne kadar çok hayvan çeşidi olabileceğini ancak burada görebildiğimi itiraf etmeliyim. Yine Türkiye’deki sirk sayısıyla kıyaslamaktan utandığım Moskova Sirkleri de mutlaka görülmeli. Bir çocuğun gözüyle bu renkli dünyaların nasıl etkileyici olabileceğini sanırım söylememe gerek yok.

Yine uzun süren karlı kış boyunca kayak ve/veya kızak malzemeleri ile şehir içindeki eğlenceli mekanlarda geçirilen bir haftasonu, Türkiye’de ancak belirli gelir grubunun çocuklarının edinebileceği şanslı bir ayrıcalık bize göre ne yazık ki...
Moskova çocuklar için bulunmaz imkanlarla dolu masal şehri adeta; tabii bu fırsatları onlara seve seve sağlayacak anne-babalara sahip olan minicikler için...

18 Aralık 2007 Salı

GEZİLECEK ŞEHİR MOSKOVA

Uzun zamandır Kızıl Meydan eskisi kadar çarpmıyor beni; en müthiş güzellikler bile zamanla albenisini yitiriyor insanın gözünde ne yazık ki. Bazen bir yere giderken yanından geçtiğimde farkediyorum, aslında nerede yaşadığımı. Demek ki ben çoktan alışmışım burada olmaya; bir zamanlar sadece resim ve filmlerde gördüğüm bu büyülü, mistik şehirde yaşamaya. Öyleyse ben çoktan kendi şehrimden buraya transfer etmişim aklımı ve bedenimi.

Oysa ilk gördüğüm an bugün gibi aklımda St. Basil Katedrali’ni; inanamamıştım karşısında durduğuma. Puslu ve gri bir Şubat öğleden sonrasında tüm heybeti ve büyüleyiciliği ile bana aslında nerede olduğumu hatırlatmaktaydı.

Yıllar önce, okul, iş zamanları yurtdışında yaşamaya hevesli çok arkadaşım vardı; Amerika, Avrupa üzerine planlar yapan bir dolu genç insan. Türkiye’nin ekonomik ve sosyal şartları, çok iyi eğitim almış bir çok insanı kendi yurtlarından kaçmaya zorlar halde uzun zamandır, ne yazık ki.. O zamanlar aklımın ucundan bile geçmezdi birgün yurtdışında yaşayabileceğim, hele ki Moskova’da. Küçüklüğümden bu şehirle ilgili aklımda kalanlar; buz gibi soğuk hava, okunması imkansız bir alfabe, Olimpiyat oyunlarında bir sürü şampiyon atlet, satranç ustaları Karpov ve Kasparov (hangisi daha iyiydi hatırlayamadığım), kafası lekeli adam, Rocky 4 filmindeki Ivan Dragon ve Kızıl Meydan’a uçağıyla inen çılgın pilot..

Misafirlerimizle birlikte en turistik mekanlarını gezerken bu şehrin; onların hayranlıkları ve soruları karşısında farkettim ki Moskova, kısa süreli gezmek için muhteşem bir kent, hele ki baharda. Trafik, soğuk hava ve kalın paltolar olmadan çok başka bir çehresi var. Peki ya Moskova’da yaşamak?

Burada yaşayan yabancıların en çok karşılaştığı sorun sanırım polisler ve ırkçılardır; hele bir de esmerseniz, trafikte veya metroda polis tarafından çakılan şık bir selamın ardından ‘Dokümanlar’ınızın istenmesı rutin hale gelir. Yine metroda ırkçılar tarafından saldırıya uğramış bazı Türkler’in hikayeleri ister istemez tedirgin olmamıza yol açmaktadır.

Trafik, son yıllarda artarak büyüyen problemlerden biriyken, metro kullanmayı tercih edenler içinse, iş saatlerindeki kalabalıktan faydalanan yankesicilerin azizliğine uğramak işten bile değildir.

Erken kararan hava, yüzünü unutturan güneş ve en kötüsü sıcacık ve yardımsever insanlardan uzakta yaşamak gibi durumlar, buradaki hayatımızın ne yazık ki diğer önemli zorlukları.

Benzer şekilde İstanbul’da yaşamış ya da kısa süre için bile olsa bulunmuş olanlar iyi bilir ki, bu şehirde yaşamak da her babayiğidin harcı değildir. Kalabalık, gürültülü, tehlikeli ve sinir dozu yüksektir. İşe, okula gitmek saatler sürer – hele ki karşı taraftan geliyorsanız-. Belli saatlerde belli caddeler, gerekli ustalıklarla kolay geçilir ancak planda olmayan bir kazı, anlamsız bir yol çalışması gibi nedenlerle delirmeniz kaçınılmaz olabilir. Akıl almaz taksi ve minibüs şoförleri ise anlatılacak gibi değildir. Ancak içindeyken anlayamadığınız bir şey vardır; burası sizindir. Huyuyla suyuyla, iyisi kötüsüyle, hırlısı hırsızıyla sizden bir parçadır. Alternatifi olmayan, her gün içinizden yoluna, insanına sayıp döktüğünüz, içinde boğulacak gibi olduğunuz dev bir karmaşadır İstanbul. Ve ancak İstanbul’a hasret kalınca anlarsınız ki bu şehir bir başka güzel, farklı ve nefes kesicidir...

Demek ki Moskova aklımı ve bedenimi almış içine çoktan, ancak ruhum hala İstanbul’da...

Şimdi İstanbul'da olmak vardı anasını satayım,

Püfür püfür bir vapurun yan tarafında...

13 Aralık 2007 Perşembe

AŞIK KADINLAR ŞEHRİ

Moskova`da yaşayan ve benim tanıdığım kadınların hemen hepsi eş durumundan bu şehirdeler. Türkiye’de işleri, evleri, kırk yıllık arkadaşları, tanıdık manavları, kitapçı dükkanları olan ve buraya geldikten sonra da yeni ve zorlu bir hayata başlamak durumunda kalan cesur kadınlar hepsi de... Bu cesareti onlara sağlayan tek şey de AŞK bana kalırsa. Zira ancak çok kuvvetli duygular bir insanı köklerinden nazikçe koparıp başka topraklarda can bulmaya cesaret verebilir. Ve ancak aşk olabilir, uğruna bunca hayatın terkedildiği.

Ben de buradaki bir çok `kader arkadaşım` gibi evlilik yoluyla bu şehre gelenlerdenim; hatta sanırım en çılgını, çünkü henüz 24 saatlik evliydim Moskova’ya ilk geldiğim gün. İlk kez kendime ait bir evim ve o evi paylaşmaya can attığım eşimle geçireceğim bir hayat vardı önümde. Ancak geride bıraktıklarımın eksikliği de sevincime burukluk katmaktan geri kalmadı hiç.

Bir çok farklı hayata tanıklık ettik bunca yıl. Onlarca insan tanıdık, birbirinden farklı hikayeler duyduk. Yeni aile kuranlar, ailelerini buraya taşıyanlar, maalesef aile kalmayı başaramayanlar ve en acısı da iki farklı aile hayatı yaşayanlar... Hayat her zaman her istediğimizi aynı anda vermiyor tabii ki; ancak önceliklerimiz, değerlerimiz ve hayata karşı sağlam duruşlarımız bence bizi insan olmaya götüren. Farklı bir hayata uyum sağlamak, hele ki okul çağında çocukları olan aileler için çok zor elbette. Türkiye’deki hayatlar bazen o kadar çabuk bırakılamayabiliyor. Aşkın önüne geçen başka durumlar da ortaya çıkabiliyor. Ancak aslolan tek gerçek var bütün bu karmaşık his alemlerinde: herkes eteklerindekini dökmek ve ne istediğini, geçerli sebepleriyle birlikte karşısındakine iletmekle yükümlü. Aksi halde bir ev, çocuklara rahat bir gelecek ya da kariyer arzusuyla çıkılan bu yolculuk, hiç umulmayan bir durakta sona erebiliyor.

Bu şehirde inatla yaşamaya devam eden aşık Türk kadınları ve onların değerini bildiklerine inandığım sevgili eşleri! Lütfen sevginize, hayat ortaklığınıza, çocuklarınızın geleceğine ve en önemlisi aşkınıza sahip çıkın! Sizi buraya getiren ve yıllarca – herşeye rağmen – yaşamanıza sebep olan o ilk zamanki hislerinizi hatırlayın ve sımsıkı sarılın birbirinize; sarılın ki `Kırık Kalpler Şehri` olmasın Moskova...


SEN
Sen esirliğim ve hürriyetimsin,
Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
Sen memleketimsin.
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
Sen büyük, güzel ve muzaffer
Ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...

Nazım Hikmet

BE YOURSELF, NO MATTER WHAT THEY SAY..

Moskova sokaklarında yalnız dolaştığım ilk günlerde, kulağımdaki walkman’de Sezen Aksu çalıyordu. Metrodan çıkıp Kızıl Meydan’a doğru ilerlerken “küçüğüm, daha çok küçüğüm o yüzden bütün korkularım..” bana cesaret veriyordu. Tek başıma, etrafımdaki konuşmaların bir kelimesini bile anlamadan yürürken, bir cesaretle polaroid fotoğraf çeken yaşlı bir adamın yanına gidip “mojna foto” dedim. Sırtımı St. Basil Katedrali’ne dönüp son derece klişe bir fotoğraf çektirdim. Ve işte ben bir masal kitabının içinden çıkmış gibi duran renkli kubbeli yapıtın önünde gurur ve burukluk taşıyan bir gülümseme ile duruyordum. Tarih 13 Mart 2002.

Yıllar içinde Rusça öğrendim, ruslarla çalıştım, Rus tanıdıklarım oldu. Yemeklerini, kahve ve tatlı kültürlerini öğrendim; bazılarını sevdim, bazılarını ise asla tekrar denemedim. Hangi malzemelerle nasıl değişik yemekler yapılabildiğini, rus malzemelerinin bizim yemeklerimizde ne şekilde kullanılabileceğini ve yeni tarifler uydurabilmeyi öğrendim zaman içinde. Evimizde Türkçe televizyon programları, filmler, diziler izledik; Türk gecelerinde kendi dilimizde şarkılarla eğlendik; internetten tüm gazeteleri Türkçe okuduk, Türk lokantalarında buluştuk, arabamızda Türkçe kasetler çaldık ve inatla bavul bavul Moskova’ya taşıdığımız Türk ürünleriyle kahvaltılar, bulgur pilavları, kuru fasulyeler hazırladık; Türk kasaba kestirdiğimiz helal etlerimizle.

Kısacası asla alışkanlıklarımızdan vazgeçmedik; hatta bize uyan, hoşumuza giden farklı yerel tatları da bizimkilere adapte ederek yenilerini edindik. Bambaşka bir ülkede kendimiz olmayı sürdürebildik. İngiliz şarkıcı Sting’in o ünlü şarkısında dediği gibi :
I don't take coffee, I take tea my dear (Kahve değil, çay alırım)
I like my toast done on one side (Tostumu tek tarafı pişmiş severim)
And you can hear it in my accent when I talk (Ve konuştuğumda aksanımdan anlayabilirsin)
I'm an Englishman in New York (Ben New York'ta bir İngiliz'im)

Be yourself, no matter what they say.. (Ne dediklerine aldırma, kendin ol)


Geçenlerde izlediğim bir Alman filminde; Berlin’in “Küçük İstanbul” diye adlandırılan bir mahallesinde azınlıkta kalmış bir Alman gencinin tutucu bir aileden gelen Türk kızıyla yaşadığı evlilik serüvenine gülerken benzer düşünceler canlandı zihnimde. Kuşaklar boyunca Almanya’da yaşayan ancak asla gelenek – göreneklerinden ödün vermeyen ve hatta bahsi geçen mahallede de olduğu gibi, Almanlar’dan daha çok mal ve söz sahibi olan Türkler, geçtiğimiz seçimlerde ülkenin kaderini etkileyecek çoğunluğa da sahip değil miydiler? Yine aynı Türkler her köşe başına Türk marketleri açıp, sokak aralarında usulünce sünnet düğünleri yapıp, kurbanlar kesip, parlamentoya milletvekili sokabiliyorlar, değil mi?
Serbest Dolaşım, Gümrük Birliği, Avrupa Topluluğu, Beyin Göçü, Globalleşme vs. gibi 20. yüzyıl akımlarından doğan bu sonuçlar, bugün bizim buradaki durumumuzu gayet net ortaya koymaktadır bence. Yani aradan geçen uzun yıllar sonunda kendimizi Türk-Rus ortaya karışık bir kültür yaratmış olarak gördüğümüzde, önlenemez bir gurur taşıdığımızı da inkar edemeyiz.

MTKO (Moskova Türk Kadınları Organizasyonu)

Geçenlerde olağan aylık toplantılarımızdan birinde yeni gelen birçok arkadaş tanıdık. Kimi birkaç hafta, kimi ise birkaç ay önce gelmiş Moskova’ya; hepsi de eş durumundan elbette. Kendilerini tanıttılar, kısa da olsa hikayelerini paylaştılar. Buraya kadar gelmiş olmaları, bu topluluğu bulmaları ve hatta bir süredir bazılarının birbirleriyle yakınlaştığını görmek garip hisler uyandırdı bende...

Yıllar önce benim ancak geldikten 8 ay sonra katılmam mümkün olabilmişti organizasyona. Gelir gelmez önce dil öğrenmek, ardından iş bulmak ve de yüksek lisans tezimi bitirebilmek için kütüphaneleri aşındırmakla meşgul olduğumdan; organizasyon ile ilişkili kimseyi tanıyamamış ve dolayısıyla da benim gibi kadınların burada neler yapıp da delirmediklerini anlayabilmem mümkün olamamıştı.

Benim için açık bir pencereden gelen temiz bir hava gibiydi organizasyona katılmam. Belirli aralıklarla bir araya gelen, birbirinden sosyal, kültürel, eğitim ve yaşanmışlıklar açılarından çok farklı olup da ortak paydaları eşlerinin peşlerinden buraya gelmek olan birçok kadın vardı bu şehirde. Hepsi de aktif, Türkiye’deki hayatlarında (biz buna ‘önceki hayatlar’ diyoruz) çalışan, üreten birçok kadın burada da boş duramamış, durmak istememiş ve 1995 yılında MTKO’yu kurmuşlar. İçlerinde çeşitli yetenekleri olan ve bunları diğerleri ile paylaşan; kendi çektikleri sıkıntıları yeni gelenlerin çekmemeleri için bu arkadaşları ‘sokak sokak’ gezdirmekten kaçınmayan; Türk kültür ve dilinden uzakta büyütmek zorunda kaldıkları çocuklarını burada biraraya getirip, kısıtlı da olsa onlara özlerini öğretebilmek ve hayat sanki normal akışında ilerliyormuşçasına eşlerine destek olabilmek adına nelerden vazgeçmek zorunda kalan, harika örnekler kazandırdı bana MTKO.

Ancak son yıllarda bu organizasyonun devamlılığı ile ilgili bazı sorunlar yaşanmakta. Öncelikle belirtmeliyim ki yönetimde olmak ve bir yıl boyunca (Ekim – Mayıs ayları arasında, toplam 8 aydan oluşan faaliyet yılı) aylık genel kurul toplantıları; yılın başında eşlerin de katıldığı tanışma yemeği, yılbaşı ve Türk balosu adları altında iki tane müzikli ve sanatçılı gece; özel günler için toplantılar (8 Mart Kadınlar günü, bayram kahvaltıları), yeni gelenler için kahvaltı ve kapanış yemeği düzenlemek; yeterli katılımcı bulmak ve sponsorlar yardımıyla mali konuları organize etmek oldukça zor işler. Herşeyin ötesinde bu işlere gönüllü olmak, bazen aile hayatınızdan fedakarlık etmek ve bozulan sinirlere, ilişkilere sahip olmak herkesin altından kalkabileceği yükler değil. Bütün bunların ötesinde yaşatılmak istenen müthiş anlamlı ‘Çocuk Kulübü’ ise apayrı bir gerçek.

İlk senelerde çekişmeli başkanlık yarışmaları, kalabalık ve görev dağılımının bilincinde yönetim kurulları ve düzenli çıkan gazeteyi görmeye alışan bizler için son 3 yıldır yaşanan organizasyonu sahiplenmeme, taşın altına elini koymama ve sorumluluktan kaçıp sadece eleştirme misyonları güden anlayış ne yazık ki hüzün verici. Çünkü organizasyonun devamlılığı saglanamamakta, yeni gelenlerin birbirlerini ve eski olanları bulması; insanların burada sosyal bir hayat yaşayarak kendi memleketlerinin eksikliğini bir nebze de olsa azaltmasi gibi ihtiyaclari yerine getirilememekte ve birçok mutsuz insan, aile ve topluluk yaratmaktadır.

Son yıllarda organizasyon için çalışıp didinen arkadaşlarımızın üç aşağı beş yukarı aynı insanlar olmaları hem onları yormakta ve bunaltmakta hem de yeni fikirler, mekanlar, imkanlar yaratılmasını sekteye uğratmaktadır ne yazık ki. Bu arkadaşlarımızın tek dileği organizasyonumuzun faaliyetlerine devam etmesi; burada yaşadıkları sürece de bu konuda ellerinden geleni yapacaklarından eminim. Ancak, elbirliği ile omuzlanan yüklerin ne kadar hafiflediğini de hatırlatma gereği duymaktayım.
Moskova’lı Türk kadınları (tabii ki Türk eşleri olan, Türk kültürünü sahiplenen ve artık bizden biri olmuş Rus kadınları da dahil edilmektedir bu tanıma) artık kendi paylarına düşeni yapmak için harekete geçmeli ve bu işlerin bir ucundan – ellerinden geldiği kadarıyla – tutmalıdırlar. Hepimizin bu organizasyona ve tüm yükü üstlenenlere bunu borçlu olduğumuza inanıyorum.

FARK, FARKLILIK YA DA NE FARKEDER

6 sene önce Moskova’da yaşamaya başladığımız zamanlarda tatil için Türkiye’ye gittik. Tabii merak edilen bir çok soru vardı bizi sevenlerin aklında. Sorulan soruların en başında şu geliyordu: “Nasıl bir yer, bizim ülkemizden ne farklılıkları var?”

* Biz de, defalarca tekrarlamaktan ezberlediğimiz şu farklılıkları sayıyorduk;
* Metrosu muhteşem, hızlı ve tüm şehri kapsıyor,
* Dünyanın en güzel müzelerinden bazıları bu şehirde (St. Petersburg’daki Hermitage müzesini de katmak isterim)
* Normal caddeleri bile bizim otobanlardan geniş,
* Cok geniş yeşil alan, park, çocuk bahçesi vs var,
* Kızıl Meydan’ın dibine bile araba park edebiliyoruz,
* Trafik belli saatler dışında açık,
* Cadde isimleri apartmanlarda yazılı; cadde adı ve bina numarası ile her adres çok kolay bulunabiliyor,
* Elektrik, gaz, benzin çok ucuz; şehiriçi telefon görüşmeleri ücretsiz,
* Dükkanlardaki tüm malların üzerinde fiyatları belirtiliyor,
* Gece geç vakitlerde kadınlar rahatça gezebiliyorlar :)
* Neredeyse her köşe başında döviz bozdurabileceğiniz 24 saat açık yerler var,
* IKEA diye muhteşem bir mağaza var :)

Tabii bunlar olumlu farklılıklar, peki ya olumsuz olanlar?
* İngilizce bilmeyen çok insan var,
* Hava sıcaklığı (ya da soğukluğu) -32 dereceye kadar inebiliyor,
* Yön tabelaları, metrodaki istasyon adları, müzelerdeki açıklamalar sadece rusça; turistler ve rusça bilmeyenler için tek başına gezilmesi çok zor,
* Insanlar soğuk, mesafeli ve hatta agresif (herkes değil,tabii ki)
* Satış elemanları yardımsever değiller.
* Ev kiraları İstanbul’a kıyasla daha yüksek.
* Moskova İstanbul değil.

Aradan geçen bunca yılın sonunda, bugün bu soruyu tekrar cevaplandırmam istense birçok maddenin değişmesi gerekeceğini düşünüyorum. Örneğin;
* Arabanızı park ettiğiniz yere çok dikkat etmeniz gerek, yoksa döndüğünüzde arabanızı hangi araba parkına çekilerek götürüldüğünü bulmanız ve kurtarabilmeniz tüm bir gününüze mal olabilir, (Tecrübe ile sabittir)
* Trafik anlamsız bir şekilde günün hemen her saati birçok yönde tıkalı ve gün geçtikçe trafiğe çıkan araba sayısı artmakta,
* Elektrik ve benzin oldukça zamlandı ve şehiriçi telefon görüşmeleri ne yazık ki ücretli L
* Ev kiraları inanılmaz şekilde arttı; orta düzeyde temiz ve güvenli bir apartman dairesinin kirasıyla İstanbul’da lüks bir yerde ev tutmak neredeyse mümkün,
* IKEA artık Türkiye’de de var :)
* Havalar, küresel ısınmanın endişe verici boyuttaki etkisiyle olsa gerek gayet ılımlı (Kasım ortasına kadar neredeyse kar bile yağmadı)
* Yön tabelaları ve metrodaki istasyon adları artık hem rusça hem ingilizce,
* Insanlar o kadar da soğuk olmayabiliyor.
Kısacası tüm dünya gibi Moskova da değişiyor, iyi ve de kötü yönlerde. 6 yılın sonunda benim için kesinlikle değişmeyen tek madde var: “Moskova İstanbul değil…”

MERHABA !

Merhaba herkese,

İnsanları, olayları, yorumları okumak çok güzel.. Okunana katılıp yorum yapmak veya ters düşüp eleştirmek, yazar için en güzel geri beslemedir sanırım.

Geçenlerde yine bu sitede çıkan bir yazıya (bkz Moskova Muhtarı –Kış uykusu konulu yazı) tepki mail’i atınca farkettim ki tepki verme hakkını kendimde bulabilmem için, önce kendi görüş ve yorumlarımı belirtmem gerek. Aksi halde “yapan yapar, yapamayansa eleştirir” kalıbına girmekteyim. İşte bu düşüncelerle ben de kendimce sesimi ulaştırmak istedim, altı yıldır yaşadığım bu soğuk şehirden.

Buraya ilk kez gelen herkes gibi ben de önceleri korkak, çekingen ve önyargılıydım. Nasıl olmayayım ki? Dil desen çözülecek gibi değil; hava koyu, soğuk ve saldırgan… Metro ile gezerkenki tedirginliğimi ise bugün bile ürpererek hatırlarım.

İlk geldiğim günlerde yazdıklarım arasındaki şu paragrafta tanımlamışım biraz hislerimi:
“Aynı hamurdan yoğrulduğum insanların dilleri benden çok uzakta dönüyor; sıkılıyorum. Anlatacak, anlayacak onca şey içinde ‘anlamıyorum’ diyebiliyorum sadece. Benim olan evimde, benim olmayan dilde yazılar okuyorum. Kocaman bir düğümün bir tarafından bir ip bulup çekmeme az kaldı biliyorum. Gayretim kendimden büyük!” (şubat 2002)

Yıllar içinde Moskova’nın farklı yüzleri yansıdı hayatıma; önce tek başıma ve eşimle gezdim bu şehri en turistiğinden. İnsanlar tanıdım; arkadaşlar, dostlar edindim zaman içinde. Derken herşeyin tam yerini, gizli köşeleri, alışveriş cennetlerini keşfettim. Bunlarla beraber –idareten- rusçam oldu. Yolları, kuralları, raconları öğrendim; - bazıları pahalıya patlasa da- çokça tecrübe biriktirdim kendi hesabıma…

Şimdi nerde yeni gelen birini görsem ilk zamanlarımı hatırlarım. Ve aklımca onlar da aynı sıkıntıyı yaşamasın diye elimden geleni aktarmaya çabalarım. Oysa ki herkes kendi payınca çekmek zorundadır aynı veya benzer sıkıntıları başlarda… Kimsenin tecrübesi kimseye yeterince ders olamıyormuş ne yazık ki..

Sıkılmadan sıkmadan, yavaş yavaş anlatırım umarım; dinleyen bulunursa elbet.

Sevgiler, mutluluklar..

Özlem Bağcı
9 Kasım 2007