13 Aralık 2007 Perşembe

BE YOURSELF, NO MATTER WHAT THEY SAY..

Moskova sokaklarında yalnız dolaştığım ilk günlerde, kulağımdaki walkman’de Sezen Aksu çalıyordu. Metrodan çıkıp Kızıl Meydan’a doğru ilerlerken “küçüğüm, daha çok küçüğüm o yüzden bütün korkularım..” bana cesaret veriyordu. Tek başıma, etrafımdaki konuşmaların bir kelimesini bile anlamadan yürürken, bir cesaretle polaroid fotoğraf çeken yaşlı bir adamın yanına gidip “mojna foto” dedim. Sırtımı St. Basil Katedrali’ne dönüp son derece klişe bir fotoğraf çektirdim. Ve işte ben bir masal kitabının içinden çıkmış gibi duran renkli kubbeli yapıtın önünde gurur ve burukluk taşıyan bir gülümseme ile duruyordum. Tarih 13 Mart 2002.

Yıllar içinde Rusça öğrendim, ruslarla çalıştım, Rus tanıdıklarım oldu. Yemeklerini, kahve ve tatlı kültürlerini öğrendim; bazılarını sevdim, bazılarını ise asla tekrar denemedim. Hangi malzemelerle nasıl değişik yemekler yapılabildiğini, rus malzemelerinin bizim yemeklerimizde ne şekilde kullanılabileceğini ve yeni tarifler uydurabilmeyi öğrendim zaman içinde. Evimizde Türkçe televizyon programları, filmler, diziler izledik; Türk gecelerinde kendi dilimizde şarkılarla eğlendik; internetten tüm gazeteleri Türkçe okuduk, Türk lokantalarında buluştuk, arabamızda Türkçe kasetler çaldık ve inatla bavul bavul Moskova’ya taşıdığımız Türk ürünleriyle kahvaltılar, bulgur pilavları, kuru fasulyeler hazırladık; Türk kasaba kestirdiğimiz helal etlerimizle.

Kısacası asla alışkanlıklarımızdan vazgeçmedik; hatta bize uyan, hoşumuza giden farklı yerel tatları da bizimkilere adapte ederek yenilerini edindik. Bambaşka bir ülkede kendimiz olmayı sürdürebildik. İngiliz şarkıcı Sting’in o ünlü şarkısında dediği gibi :
I don't take coffee, I take tea my dear (Kahve değil, çay alırım)
I like my toast done on one side (Tostumu tek tarafı pişmiş severim)
And you can hear it in my accent when I talk (Ve konuştuğumda aksanımdan anlayabilirsin)
I'm an Englishman in New York (Ben New York'ta bir İngiliz'im)

Be yourself, no matter what they say.. (Ne dediklerine aldırma, kendin ol)


Geçenlerde izlediğim bir Alman filminde; Berlin’in “Küçük İstanbul” diye adlandırılan bir mahallesinde azınlıkta kalmış bir Alman gencinin tutucu bir aileden gelen Türk kızıyla yaşadığı evlilik serüvenine gülerken benzer düşünceler canlandı zihnimde. Kuşaklar boyunca Almanya’da yaşayan ancak asla gelenek – göreneklerinden ödün vermeyen ve hatta bahsi geçen mahallede de olduğu gibi, Almanlar’dan daha çok mal ve söz sahibi olan Türkler, geçtiğimiz seçimlerde ülkenin kaderini etkileyecek çoğunluğa da sahip değil miydiler? Yine aynı Türkler her köşe başına Türk marketleri açıp, sokak aralarında usulünce sünnet düğünleri yapıp, kurbanlar kesip, parlamentoya milletvekili sokabiliyorlar, değil mi?
Serbest Dolaşım, Gümrük Birliği, Avrupa Topluluğu, Beyin Göçü, Globalleşme vs. gibi 20. yüzyıl akımlarından doğan bu sonuçlar, bugün bizim buradaki durumumuzu gayet net ortaya koymaktadır bence. Yani aradan geçen uzun yıllar sonunda kendimizi Türk-Rus ortaya karışık bir kültür yaratmış olarak gördüğümüzde, önlenemez bir gurur taşıdığımızı da inkar edemeyiz.

Hiç yorum yok: